Sevgili kardeşim,
Sana yazdığım bu mektuptaki hikaye kimlerin hayatlarıyla kesişir bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir kız çocuğu olarak doğduğum için yaşadıklarım. Biz kırsal kökenli bir aileyiz. Mandıramız vardı. Babam çobanlık yapardı. Annem de ona yardım ederdi. 5 kardeştik. İlk iki erkek kardeşimden sonra peş peşe üç kız doğmuşuz. Üçüncü kız olarak dünyaya gelmem kimseyi mutlu etmemişti. Beni fazlalık olarak görmüş olacaklar ki en büyük amcama evlatlık vermişler. Satmışlar demeye dilim varmıyor. Ben amcamın ve yengemin kızı olarak büyüdüm. Üniversiteye kadar da bundan haberim yoktu. Akıl karıştırmasın diye onları hikayem boyunca Nihat babam ve Gülten annem diye anacağım. Onların çocukları olmamış. Beni kendi evlatları gibi büyüttüler. Nihat babam aileye en uzak olandı. Sessiz, sakin ama otoriter biriydi. Bana göre soylu bir ruha sahipti. Onun ailenin diğer erkeklerinden farklı olduğu, çocukları olmamasına rağmen, kabahati kadında arayıp yengemi boşamamasından belli. Ben amcamları ailem bilip öz ailemi de amcamların ailesi bildim. Bayramlarda bir araya gelip zaman geçirirdik. Öz annemin beni kucağına alıp da okşadığını hiç hatırlamam.
O gün ailede bir telaş vardı. Gülten annem bana başka bir yere taşınacağımızı anlatmıştı; beni hazırlamaya çalıştığını hatırlıyorum. Kapıda bavullar; iple sarılı karton kutular, çantalar yığılıydı. İlk kez bavulu o zaman görmüştüm. Bütün aile bizi uğurlamaya gelmişti. O zaman için çok önemsemediğim bir olayı sonradan saniye saniye kafamda tutmaya çalıştım. Öz annem bana sımsıkı sarıldı. İçine şeker, birkaç kuruş bozuk para koyduğu mendili bana verdi. Onu iyi saklamamı söyledi. İçindeki şekerlerden başka benim için cazip olan bir şey yoktu. Mendili cebime tıkıştırdım. Sonra bir kargaşadır gitti. Sarılmalar, ağlaşmalar… Almanya’ya göçümüz böyle başladı.
Berlin’e geldiğimizde sekiz yaşındaydım. Büyük binalar, arabalar, otobüsler, metrolar bana çok yabancıydı. Bu kadar insan kimdi? Nereden çıkmıştı? Ne konuşuyorlardı? Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Babam sürekli çalışıyordu. Annem de bir fabrikada yarım günlük bir işe girmişti. Okul çıkışımda beni almaya gelirdi. Bu saati iple çekiyordum. Her gün okula giderken ağladığımı hatırlıyorum. Bu ağlamalar ne zaman son bulmuştu onu hatırlamıyorum işte. Bir süre sonra yapmak zorunda olduğum şeyleri kanıksamıştım herhalde. Yıllar geçti. Liseye başladım. Berlin’deki yeni hayatıma çoktan alışmıştım. Eski hayatım ise giderek flulaşıyordu. Gülten annem ısrar etmese bayramdan bayrama annemlerle de konuşmazdım. Arada mektup yazmam konusunda da ısrar ederdi. Onu kırmamak için dediğini yapardım. Kendi öz ailemle ilişkim bu kadardı.
Yıllar içerisinde Almancam mükemmel bir seviyeye gelmişti. Evin dışında Türkçe konuşmadığımdan ana dilim giderek bozulmaya başlamıştı. Nihat babam “kız sokuşturma araya şu gavurcayı” diye diye beni terbiye etmeye çalıştı ama nafile… Çok başarılı bir öğrenciydim. Üniversitede işletmeyi kazandım. Aynı zamanda turizmi de yan dal olarak okudum. Ne amcamları üzdüğümü hatırlarım, ne de onların beni kırdığını. Onlar benim en büyük şansım. Öz annem, öz babam görüyorum onları. Gerçeği öğrendiğimde üniversite ikinci sınıftaydım. Kuzenim olarak bildiğim büyük erkek kardeşim beni aradı. Almanya’ya gelmek istiyormuş ama amcası yani Nihat babam yardımcı olmuyormuş. Ben ne yapabilirdim ki… Onunla soğuk konuşunca bana birden bire “Ben senin öz kardeşinim. Senin bizlere sahip çıkman gerek. ….” diyerek gerçeği bir solukta anlatıverdi. Akşama doğru Nihat babamla, annemin işten dönmesini bekledim. Ne konuşacağımı da bilmiyordum doğrusu. Neden bana gerçeği anlatmamışlardı? Annem beni nasıl vermeye razı oldu? Neden yıllardır, kendi aileme, kardeşlerime yabancı biri oldum? İçimde tarifsiz bir öfke vardı. Gerçeği bilmek hiç hoşuma gitmedi. Duygularım düşüncelerimin peşinden savrulup duruyordu. Kendimi ikna etmeye çalıştım; onlar öz annem, babam olmasa da onların beni sevdiğini, evlat gibi bağırlarına bastığını biliyordum. Ya öz ailem, beni fazlalık görüp verivermişti. İyi ki öyle olmuş diyordum kendi kendime. Köydeki hayatım belki de istemediğim bir hayat olacaktı. Şimdi mutluydum. İdeallerim vardı. Modern bir hayat sürüyordum. Ne söylersem söyleyeyim bir türlü rahatlayamıyordum. Yüreğime bir şey oturmuştu. Ağlasam, bağırsam rahatlayacaktım sanki. Öz babamın geniş aile yemeklerinde bir kere bana baktığını, benimle konuştuğunu hatırlamıyorum. Öz annem için de durum aynıydı. Mektubun başında anlattığım mendil dışında ona ait hiçbir şey yoktu. Odama gittim. Dolabımdan içine ıvır zıvırları koyduğum kutuyu çıkarttım. İçinden mendili aldım. Kuruşlar hala mendile sarılı duruyordu. Üzerine kuş deseni işlenmiş olduğunu ilk kez fark ettim. Üzerinde bir koku kalmış mıdır diye kokladım, bir kez daha kokladım. O an nefesimin daraldığını hissettim. Soluk almakta zorlanıyordum. Göğsüme sıcak bir ağrı girdi. Kendimi bayılacak gibi hissediyordum.
O günden sonra panik atak hastası oldum. Aradan yıllar geçti. 30 yaşına geldim. Bir seyahat şirketinin başındayım. Evlenmedim. Evlenemedim bir türlü. Çocuk sahibi olmaktan korkuyordum belki de… Üzerimde istenmeyen bir çocuk olmanın ağırlığını taşıyordum. Aslında suçlu olan ben değilken bir yanım hep suçluluk hissediyordu. Onlar mıydı suçlu olan? Bunun cevabını vermek çok zor. Peki ya affetmek? Affetmeyi başarabilirsem kendimi de özgür kılacaktım. Bunun zamanı gelmişti. Apar topar bir uçak bileti aldım. Gülten annem: “Emin misin kızım, gerçekten gidip konuşmak istiyor musun?” dedi. “Evet anne” dedim. Çantamın bir köşesine mendili yerleştirdim. O gün köyüme doğru yol aldım.
Annemi, babamı ve kardeşlerimi gördüm. Bana karşı biraz mahcup olduklarını hissettim. Yıllardır, nasıl olacak diye korktuğum buluşma öylesine oluvermişti. Sanırım onları affetme fikri beni de rahatlatmıştı. Annem ben bir konu açmadan konuşmuyordu. Çekingendi. “Anne neden?” dedim. “Nedeni yoktu kızım” dedi. “Ben evlat nedir bilemedim. Çocuk işte, doğar, büyür, dedim. Bir boğaz eksilir dedim.” Gerçekten de onun söyleyecek başka bir nedeni olmadığına inandım. O öyle bakıyordu hayata. Öyle büyümüş, öyle yetişmişti. “Peki anne” dedim. “Hadi güzel bir yemek yiyelim. Bu gece burada kalayım. Sabah giderim.”. Mendili ona uzattım. “Beni uğurlarken yine içine bir şeyler koy. Ama bu defa uzun uzun sarılalım olur mu” dedim. İkimiz de ağlıyorduk.
Böyle işte canım kardeşim. Bazen ruhumuzda derin yaralar açılır. Kimisi çok bilindik nedenlerden kimisi hiç bilinmeyen… Sen kendi ruhunun şifacısı ol yeter.
Sadece Gül