Kadınlar Anlatıyor: Salgında Kalpten Kalbe Dokunmak Serbest!

Mine Gencel Bek

Ben de Kadınlar Anlatıyor dizisindeki Corona salgını güncesine gündelik hayattan kişisel gözlemlerle bir minik katkı yapmak istedim. Doğrusu salgını ve sonrasında sınırların kapandığını duyduğumda ilk aklıma gelen Türkiye’de olmak isteğiydi. Sanki orada daha güvende olacaktım, hissim tam buydu. Öyle öznel birşey işte, Almanya’da ölüm sayısının azlığı vs. gibi istatistiki bilgilerden, değişkenlerden bağımsız. Trajikomik olan ise benim, bizim için zaten sınırlar bir nevi kapalıydı; bir barış bildirgesini imzalamam ve KHK ile üniversiteden ihraç edilmem nedeniyle benim de, eşimin ve kızımın da pasaportları iptaldi Türkiye’de. Beraatten sonra umutlansam da durum değişmemişti. Kızım Bahar’ın “anne, umarım salgında ölmeyiz, yoksa Türkiye’ye gidemeden ölürsem gözüm açık gidecek’’ demesi de yürek sızımı daha da derinleştirdi. Nekropolitik. Berbat bir sözcük. Ama böyle. Ölümü o kadar çok hayatımızın içine soktular ki dünyanın dört bir yanındaki acımasız liderler, onların popülist sağ politikaları. Ben de düşündüm ölümü doğrusu. ‘Aynı anda ikimiz de ölürsek çocuğa ne olacak’ dedim ve ‘neyse ki öyle bir durumda da imdada koşacaklar var’ diye teselli buldum mesela. 3 yıldır yaşadığım burası birden olduğundan da yabancı gözüktü gözüme. Bunda sağlık sistemine çok kolay entegre olamayışın, daha önce yaşadığım şehirde bir aile doktoru bulmak için çektiğim zahmet ve eziyetin de rolü vardı kuşkusuz. Her gittiğim doktorun sekreterince ‘çok sayıda hasta var ve yeni hasta alamıyoruz’ (bazıları ‘maalesef yeni gelen mülteciler nedeniyle’ diye açıklıyordu) sözünü duymayı adeta kanıksamış ve nasılsa acil bir sorun olursa acilden giriş yaparız diye kendimi avutur olmuştum.

Bu salgın zamansız geldi bana, ‘zamanlısı olur mu’ diyeceksiniz ama. Gerçekten, son birkaç aydır hayatımı biraz hale yola koymayı başarmıştım nihayet. Evet, güvenceli bir işim hala yoktu. Hatta bu ay yarı çalışma sistemine geçmiştim. Vize desen Mayıs ayına kadar verilmişti. Ama burada yaşama, en azından birkaç yıl daha burada kalma kararını vermiştik. Bir işte çalışmanın ve politik, sivil toplumda gönüllü çalışmalar yapmanın yanı sıra hayatımı biraz daha sosyalleştirmiştim tam da yakın zamanda. Farklı farklı ülkelerden bir expat topluluğuyla arada etkinliklere katılıyordum. Bir koroya gidiyordum her hafta. Benden başka bir Türkiyelinin daha olduğu korodaki dünya tatlısı Alman arkadaşlar ‘bir Türkçe şarkı ekleyelim repertuarımıza’ demişlerdi, Happy adlı İngilizce şarkıdan sonra ve diğer Türkiyeli gencin önerisiyle Ah Yaşamak Var Ya şarkısını çalışıyorduk. Ben de Hür Doğdum Hür Yaşarım’ı önermiştim ondan sonra çalışmak üzere. Doğrusu Almanlara bu şarkıyı öğretmek, telaffuz etmelerine yardımcı olmak ve anlamını tercüme etmek, 50 yaşından sonra Almanca gibi bir dille boğuşan bana çok iyi gelmişti. İşte o yarım kaldı öyle. Oysa konser vermeye hazırlanıyorduk artık. Bir başka yarım kalan harika şey de Köln’deki kadınlarla ritm atölyemizdi. Daha her bir ritm enstrümanını elimize alacak vakit bile olmadı. Yeni yeni ısınıyorduk. Harika vakit geçiriyorduk. Hem koroda hem de ritm atölyesinde o süre boyunca başka birşey düşünmüyor, hakikaten sadece ana odaklanıyorduk. Ne geçmişin yükü, ne geleceğin kaygısı, daha ne olsun. Bir de işte bir topluluk oluyorduk böylece, o his artıyordu. Sonrasında telefondan videolar paylaşarak hem koro hem de ritm atölyesini sürdürmeye çalışanlar olacaktı. Evden, bireysel olarak kolektif olana bağlanmaya çalışacaktık. Bu salgında çok şükrettim ki yalnız değilim. Çalıştığım Siegen Üniversitesi elbette bilgilendirme yaptı ve salgın boyunca nerelerden bilgi alacağımız ve nereye başvuracağımıza dair adresleri paylaştı. Ancak kurumsal ve kuru olandansa insan alıştığı sıcaklıkta, insani dokunuş istiyor, mesafe günlerinde. O anlamda beni  kızımın okulunun velileriyle yazışma grubumuzda bir Alman ebeveynin ‘Ben şu anda söz veriyorum. Birimize birşey olursa hep beraber yanındayız, dayanışma içindeyiz’’ demesi ve ardından herkesin bir çeşit dayanışma andında bulunması gerçekten çok duygulandırdı. Tam ihtiyacım olan şeydi. Türkiye’dekilerin yanı sıra, Almanya’da da bağlı, bağlantılı olduğum Barış Akademisyenleri, Göçmen Kadınlar Derneği, GEW sendikası, DIDF, DIEM25 de elbette yazışma grupları ile olsun, tek tek ulaşmaları ile olsun yüreğime su serptiler. Yazıyla, telefonla, video konferansla bağlandık, birbirimize düşüncelerle, duygularla dokunduk, evde yalnız kalmadık. Çok söz oldu. Burada durayım. Eğer editör uygun görürse ve kimsenin mahremiyetini ihlal etmeyeceksek (yüzlerin gözükmemesi bana cesaret verdi) aşağıda mahallede çektiğim iki kadın fotoğrafını paylaşmak isterim. Birincisi bizim evin karşısında iki Türkiyeli kadının mesafe kuralına uyarak nasıl birbirleriyle ‘yakın’ iletişimlerini sürdürdüklerini göstermesi açısından çok kalbimi ısıttı. Türkiye’de apartman içinde ya da apartmandan apartmana komşularla yaptığım sohbeti, iletişimi hatırlattı.

Bu aşağıdaki fotoğraf da, yine çok fazla yüz görülmediğinden kişinin mahremiyetini ihlal etmeyeceksek eğer, yaşlı bir kadının dolaşım özgürlüğünü kullanması açısından bana çok çarpıcı geldi. Aynı günlerde Türkiye’de 65 yaş üstü vatandaşlar salgına karşı koruma önlemi çerçevesinde evlerine kapatıldı ve haftalardır bu durum sürmekte. Gerçekten salgın bize türlü türlü eşitsizlik, dışlama ve mahrumiyet durumlarını bir kez daha gösterdi. Bunlardan bir diğeri de Türkiye gibi pek çok çarpık kentleşmenin yaşandığı ülkede insanlar betonların arasına hapsolurken, Almanya’da apartmanların arasından 10 dakika yürüyünce yeşil alanlara ulaşılabilecek pek çok kentin oluşu. 

Yazımı umut veren bu fotoğraflarla bitirmek istedim. ‘Salgın biraz kontrol altında’ sözünü duyduktan sonra yürüyüşe çıktığım Stamheim’da boyanmış taşlarla bezeli yoldan fotoğraflar. Son olarak da evimizin balkonundan karşıdaki komşunun penceresinde çocukların yaptığı gökkuşağı dolu resimlerin fotoğrafı. Her akşam saat 9’da balkona çıkıp sağlık emekçilerini, temizlik, market, ulaşım vb. alanlarında salgın sırasında çalışan tüm emekçileri komşularla alkışlarken hissettiğim gibi bir topluluk hissi yaratıyor bende tüm bunlar. ‘Herşey güzel olacak’ diyemem ama ‘olabilir’ derim ancak. Otomatikman olmaz. Bize bağlı. Herşey güzel olsun! Herşeyi güzel yapalım! Kişisel ve kolektif dünyalarımızda ne, nasıl olsun istiyorsak öyle yapmaya çalışalım birlikte!

, ,