Covid 19 ile mücadele ederken temel haklarımızı savunalım

Halkın güvenliğini sağlayabilmek için devlet tarafından karar altına alınan ve uygulanan  geçici sokağa çıkma yasağı adım adım kaldırılacak. Bu durumda artık rahat nefes alabilir miyiz? Virüs yenildi mi? Bu süreçten sonra bizleri neler bekliyor? Bu ve buna benzer bir çok soru hepimizi kaygılandırıyor.  İnsanlık tarihi bir çok salgın ve bulaşıcı hastalığa (epidemi, pandemi) tanık oldu fakat ilk kez bir virüs salgınının yayılışını adım adım izliyoruz. Sayılar, tahmin ve senaryolar alabildiğine üzerimize yağıyor ve bu bilgi akışı durdurulamayan bir tehlikeye karşı korkuyu arttırırken bizi etkileri belki de sürekli ve kalıcı olacak yasak ve tehlikeleri görmemizi engelliyor.

Federal düzeyde alınan yasakların yavaş yavaş kaldırılması zaten son günlerde gündemdeydi. Vaka sayısındaki artış bir-iki hafta öncesine oranla daha yavaş ilerlese de bir çok insan hükümetin böylesi bir kararı nasıl aldığını haklı olarak merak ediyor.

Geriye dönüp baktığımızda bir süre önce sokağa çıkma yasağının Federal düzeyde uygulanmasından söz ediliyordu (Bavyera ve Saarland eyaletlerinde uygulanmakta). Tüm eyaletlerde  temel hakları geniş bir yelpazede sınırlayan yasak ve kısıtlamalar zaten yürülüğe sokuldu ve uygulanıyor. Toplantı ve yürüyüş hakkı gibi temel haklar kaldırıldı, eyalet parlamentolarının karar yetkileri askıya alındı ya da bypass edildi. Bu durumda düşündürücü olan bu yasakların daha ne kadar uygulanacağı ve hükümetin pandemi sonrası temel hakları yine aynı kapsamda uygulamayı düşünüp düşünmediği. Esas olan “temel özgürlükleri ileriye yönelik sürekli olarak kısıtlamak, mücadele ile kazanılmış hakları ortadan kaldırmak ve bir polis devleti inşa etmek için mevcut durumun acımasızca kullanıldığı” eleştirisi hiç de gerçek dışı bir eleştiri değil. Bu bağlamda ordu birliklerinin ülke içi faaliyetleri normal bir durum olarak sabitleştirilebilir.

Geçtiğimiz günlerde, salgının yayılmasını önleme gerekçesiyle bir çok yürüyüş ve protesto etkinliği polis tarafından yasaklandı ya da dağıtıldı. Katılımcıların mesafeyi koruma, maske kullanma, katılımcı sayısını düşük tutma gibi korunma kurallarına uyacaklarını beyan etmelerine rağmen tüm protesto etkinlikleri bir çok yerde engellendi. Frankfurt polisi 5 Nisan da, “Seebrücke” yürüyüşünü dağıttıktan sonra gazetecilere şiddet kullanarak saldırdı. Sachsen Anhalt eyaleti, Wernigrode kentinde etkinlik yasağına mukavemet gerekçesiyle, balkon konserleri dahi yasaklandı.

Ve şimdi yavaş yavaş “normal”e dönüleceği üzerine tartışılıyor. Bazı düşünce ve kararların ne kadar da hızlı değişebileceği şaşırtıcı. Oysa daha bir hafta, on gün önce normale dönülmesi “daha aylar” hatta yıllar sürebilir deniliyordu. Vaka sayısı düştü ve Robert Koch Enstitüsü’ne göre virüsün iki kat artma hızı 35 güne çıktı ama hala artış durdurulamadı ve virüs salgınının “dalgalar” halinde yayılmaya devam edeceği de ifade ediliyor.

Sorulması gereken temel soru aslında, sosyal yaşamın en asgariye indirilmesini zorunlu kılan ve virüse yakalanıldığında tıbbi müdahalenin mümkün olamayacağı korkusununun büyümesine vs. yol açan asıl nedenlerin neler olduğudur. Kuşkusuz, sağlık sisteminden düşük ücretli işlerin yaygınlaştırılmasına kadar yaşamın her alanında tasarruf uygulayan (karşılaştırma yapacak olursak: 2019 bütçesinden savunma alanı için 43,23 milyar, sağlık alanı için ise 15,3 milyar bütçe harcanmış) ve güvensiz koşulları yaratan neoliberal politikaların temsilcileri şimdi salgını önleme gerekçesiyle ağır kısıtlamalara giderek vicdanlarını rahatlatamaz.

Şimdi ne olacak?

Salgın, enfeksiyon yasası uyarınca yürürlüğe konan kanun hükmünde kararnamelerle gerici politikaları hayata geçirmek ve yasallaştırmak için kullanılıyor. Şu an virüs salgınını yavaşlatmak üzere uygulanan yasaklar ve kısıtlamaların temelini enfeksiyon yasası (Infektionsschutzgesetz (IfSG) olusturuyor. Bu yasa bir salgın olması durumunda temel haklarımızın bir bölümünün geniş çapta kısıtlanmasını mümkün kılıyor. Fakat bu kısıtlamaların orantılı olması gerekiyor. Öyleyse virüsten korunma amaçlı uygulanan kısıtlama ve yasakların hepsi otomatikman meşru olmuyor. Her uygulanan yasak ve yaptırımın temel haklara müdahalesinin hizmet ettiği amaç ile oratılı olması gerekiyor.

Kuzey Ren Vestfalya Eyalet hükümeti, Armin Laschet (CDU) yönetiminde, korona krizi süresince temel haklara geniş çapta müdahale edebilme yetkisi istedi. Eyalet hükümeti kulağa hoş gelen „Covid 19 salgını ile tutarlı ve dayanışmacı bir mücadele için” sloganıyla herhangi süre sınırlaması olmadan ciddi yasak ve sınırlamaları karar altına alacaktı. Bu ancak büyük protestolar sayesinde engellenebildi.

Ulusal Bilim Kurumu Leopoldina dahi son raporunda  (dritte Ad-hoc Stellungnahme -13.04.2020) “Mesele temel haklara müdahalenin boyutu ile yasaklar ile korunmak istenen toplumsal çıkarlar arasındaki orantıdır. Temel haklara karşı yapılan müdahalelerin ölçüsü ve boyutu, yasakların amacı ve hedefi ile makul orantıda olmalıdır” diyor.

Tekrarlayalım: Bu kararları kimler, nasıl ve her şeyden önce hangi yasal zeminde alıyorlar?

Covid 19 hala var ve hala virüsten dolayı insanlar ölmekte. Bu noktada bilinen yöntem uygulanıyor. Toplumun önüne konulacak olanı kabul etmesi için adeta her yönüyle hazırlık yapılıyor.

Mevcut durumda hazır bilgileri tüketip ona göre yönelimimizi belirlemekten başka bir şey mümkün görünmüyor. Yine günlerce sürecek olan bir bilgi seli ile algımız hazırlanıyor, yönlendiriliyor ve itaatkar kılınıyoruz. Birden her şey mümkün oluyor, yeter ki biz gereken mesafeyi koruyalım ya da ellerimizi doğru dürüst yıkayalım, o halde her hangi bir sorun yok.

Varolan koşullarda “yukarıda” alınan kararlara ve beraberinde getirdiği temel hak ve özgürlüklerimizin kısıtlanmasına ve yasaklanmasına karşı harekete geçmemiz mümkün değil. Ancak bu, şok halinde kalıp çelişkileri, haklarımızın nasıl kısıtlandığını ve bu kısıtlamaların gelecekteki sonuçlarını kabul edeceğimiz ya da kabul etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor.

İnsanların tüm kısıtlama ve yasaklara rağmen protesto ve taleplerini, sosyal medyayı kullanarak ya da semtlerinde yaptıkları etkinliklerle, alkış, döviz ve astıkları pankartlarla ne kadar yaratıcı ve çok yönlü ifade ettiklerini hatılayalım.

Eleştiri popüler olmasa da gerekli

Sürekli İtalya’ya bakıp işaret parmağını sallamak, bakmak ama gerçeği görmemek anlamına geliyor. Gerçeği görmememiz bir yanıyla da medyanın uğultusu ve hakim politikalar sayesinde engelleniyor. Tabii ki mevcut kısıtlama ve yasakların sonsuza dek sürmesini hatta daha da arttırılmasını savunmuyoruz. Fakat bu ani dönüşün nedeninin sorgulanması gerekiyor?

Salgından önce birikmiş olan sorun ve eksiklikler çözüldü mü?

Temel insan hakları ne durumda?

Dünya genelinde en iyi sağlık sistemine sahip olduğu ifade edilen Almanya’da da tıbbi yardıma ulaşım hakkı adil değil. Sağlıklı kalıp kalınamayacağıni kişilerin gelir, eğitim, cinsiyet ve kökeni belirliyor. Bu durum sadece adil olmamakla kalmıyor, sağlığın bir insan hakkı olduğu ilkesini de ihlal ediyor.

Kapatılan kadın sığınma evleri ve danışma merkezleri ve bu alanda kesilen bütçeler şimdi öç alıyor. Kadınlar için başvuru merkezleri ihtiyaca cevap veremeyecek durumda çünkü ya bütçeleri ya da yeteri kadar personelleri yok.

Çalışma hakkı çok farklı biçimlerde yorumlanıyor. Çalışmak zorunda olmak işverenin ve sermayenin hakim politikalarla birlikte dayattığı her şeyi kabul etmek ve katlanmak zorunda olunduğu anlamına gelmiyor. Federal hükümet acil bir düzenleme ile mevcut çalışma saatleri yasasını kolayca değiştirdi. Günlük çalışma süresi 12 saate çıkarılırken, haftalık çalışma süresi 60 saate çıkarıldı. İki mesai arasındaki dinlenme süresi ise 11 saatten 9 saate düşürüldü. Yapılan açıklamada değişikliğin belirli bir süre için geçerli olduğu söylense de olumsuz ekonomik tahminler ortada. Almanya 2020 yılını yüzde yedi oranında gayri safi yurtiçi hasıla kaybı ile kapatacak ve pazar ekonomisinde belirsizlikler azalmayacak, artacak.

Tartışmalar krizin başlamasından bu yana salgının ekonomiye etkileri üzerinden sürdürülüyor. Bu bağlamda hükümet hızlı ve etkin davrandı ve toplam olarak 1,2 bilyon Euro yardım bütçesi ayırdı. Demek ki şirket ve bankaların geleceği söz konusu olduğunda para varmış!

Bilindiği gibi sermaye çevreleri iş yaşamının geniş kesimlerinde kısıtlamaların bir an önce sona ermesi için baskı yapıyorlar. Orta Ölçekli Sanayiciler Birliği (BVMW) hükümeten, paskalya sonrasına dair bir yasak ve kısıtlamalardan çıkış stratejisi istiyor. Alman Endüstri ve Ticaret Odası (Der Deutsche Industrie- und Handelskammertag) politik sorumlular ve ekonominin ortak bir normale dönüş planı hazırlamasını istiyor. Görünen o ki sermayenin çıkarlarına ters düştüğü an da büyük salgın tehlikesi birdenbire hafife indirgenebiliyor.

Mevcut durumda daha düzeni tehdit edecek grevler, kitlesel eylemler ve sosyal patlamalar gündemde değil. Şu an da çok geniş önlemler alınması gerekmiyor. Fakat olanlar, insanların neleri kabul edebileceğini ortaya çıkarmak ve sosyal anlamda köklü değişimlere hazırlık provalarına benzemekte.

Olağanüstü planları kabul ettirmek için korku ve “panik” ortamları hep iyi bir araç olmuştur. Kriz dönemlerinde devlet “kurtarıcı” ve düzeni sağlayan güç olarak kendini konumlandırma fırsatını değerlendiriyor. Bu gibi zamanlarda tehlikeli olan, temel haklardan feragat etme eğiliminin artması ve özgürlüklerin sözde güvenlik için feda edilmesi.

Diğer yandan son haftalarada milyonlarca insanın yardıma ihtiyacı olan insanlarla değişik şekillerde dayanışma içinde olduğunu gördük. Ve tam da bu bizim bakış açımız. Birleşelim, birlikte mücadele edelim, net ve somut taleplerimizi ifade edelim- sahip çıkalım ve dayanışma içinde olalım. Temel haklarımızı ancak bu şekilde savunabiliriz.

,