DJ İpek’le Kurtlarımızı Döküyoruz!

İpek İpekçioğlu by Sevim Kardelen

 

16 Kasım’da Göçmen Kadınlar Birliği Frankfurt Şenliği’nde sahne alan, Orient partilerin ünlü ismi DJ İpek (İpek İpekçioğlu)’yla, Almanya-Türkiye arasında geçen ‘bavul çocuk’ yıllarını, DJ setinin başına geçme hikâyesini, müziğinin kapsamını, politik duruşunu, Berlin’de gece hayatının son yıllardaki zenginliğini ve Türkiye ve Almanya’daki feminist ve LGBTI hareketlerinin geçmişini ve bugününü konuştuk.  DJ İpek’in GKB’li kadınlara mesajı net: Her zaman güçlü olmalıyız ve beraberiz. Yes, we can do it! (Evet, başarabiliriz!)

Elif Çiğdem Artan

DJ İpek kimdir diye sorsak, hikâyenizi anlatmaya nereden başlarsınız?

DJ İpek: İsmim aslen İpek İpekçioğlu. Münih doğumluyum. 1972’de orada doğdum. İlkokula Türkiye’de başladım. Çünkü annem için çok önemli Türkçe’yi konuşmamız, yazıp okuyabilmemiz. Sonra annem Berlin’e geldi, bir nevi. 1982’den itibaren Berlin’de yaşıyorum. Berlin’de büyüdüm. Biraz işte 3 yıl Türkiye’de ilkokula giderek. Bu arada işte baya bir dolaylı yollardan Almanca öğrenip en sonunda Almanya’ya varıp sosyal hizmetler okudum. Gittim 1 yıl İngiltere’de kaldım. İngiltere’de Almanya’yla olan ilişkimi bir tekrar göz önünden geçirdim. Şimdi çoğunlukla ekmek paramı DJ olarak kazanıyorum. Aslında aktivist sayılırım. LGBTI ve göçmenler konusunda baya aktifim. Gruplar, dernekler falan kurdum. DJ’lik yaparken de… Hakikaten Berlin’de hiç Türkiye, Kürtçe, Farsça veya Arapça şarkılar çalınmıyordu. Nasıl olduysa ben de DJ oldum ve bütün bunları çalar oldum.

Bunun bir tesadüf sonucu olmadığını düşünüyorum…

Evet, evet. Onun da güzel bir hikâyesi var aslında. Ben lezbiyen, feminist, aktivist olarak politik hayatımı bir nevi hâlâ müzik üzerinden yürütüyorum. Panellere falan katılıyorum. Workshoplar falan yapıyorum. Aynı zamanda birçok işler de yapıyorum. Müzik üretiyorum. Özellikle elektronik, Türkçe ve halk müziğiyle ilgili. Türkülerle ilgili baya bir müzikler üretiyorum. DJ olmanın hikâyesi de şöyle. Ben her zaman dışarı çıkan bir arkadaştım ve DJlere rica ederdik, “Ne olur bu kasetten Sezen Aksu’yu çalar mısın? Tarkan’ı çalar mısın? ya da Mezdeke’yi, biz de kurtlarımızı atalım.” DJ de hep şey derdi, “bakalım uyarsa çalarız.” Sonunda çalmazdı, bizim de kendi müziklerimizle dans edemiyor olmak içimizde ukde kalırdı. Neyse ben de bir akşam bir kulübe gittim. Hep takıldığım bir kulüp. SO36 Berlin’de. Orada takılırken bir Alman erkek yanıma geldi ve şeyi sordu, sen Türkiyeli misin? Evet, Türkiyeliyim. Sen lezbiyen misin? Evet, lezbiyenim. Ya üç gün sonra ilk LGBTI orient queer partimizi yapıcaz, elimizde DJ yok, hadi gel sen çal. Ya ama ben hiç çalmadım ki, bilmiyorum ki nasıl yapılır. Ya önemli değil, CDlerini kap gel. O zamanlar, yıl 1994 CD bile yok ortada doğru düzgün. Benim CD’im bile yok. Önemli değil, kasetlerini kap gel sen, ama gel. Tamam dedim. 24.12.1994, çünkü bütün Almanlar evlerinde aileleriyle Noel’i kutlarken, bizim Müslüman arkadaşlar hiçbir şey yapmadığı için, bunlar da hadi biz de bir şeyler yapalım diye karar vermişler. Hakikaten 1994’te ilk, Berlin’de ilk defa gay orient partisi yer aldı ve ben de kara çarşafımı kapıp, hakikaten yalan söylemiyorum, müziklerimi hazırlayıp gittim oraya. DJ’in yanına. DJ baktı, şunu şöyle yapıcan, bunu böyle yapıcan, sonra Push’a bastın Play, haydin çal. Ben de böylece başladım. 2 saat sonra DJ geldi yanıma. “Sen bensiz iyi beceriyorsun bu işi ben eve gidicem” dedi ve beni tamamen yalnız bıraktı ve ben sabah 8’e kadar çaldım hakikaten. Çarşafımı da matraklık olsun diye aldım bir yandan. Noel Baba gibi… Herkes Noel’i kutluyor bir yandan. Biz de neden çarşafla kutlamayalım bunu? Öte yandan, millet sevmezse müziği görmesinler kimin çaldığını diye. Öyle DJ’liğe başladım, “bir tane Türkiyeli kız var, bizim havaları çalıyor” diye. İşte ne bileyim Göçmen Kadınlar Birliği olsun, bilmem ne lezbiyen dayanışma birliği olsun, yok işte sol aktivizm olsun hep böyle gönüllü olarak destek oldum onlara. Onlar da tabii benim tanınmamda destek oldular. Gittikçe de tanınmaya başladım. Ondan sonra, sosyal hizmetler uzmanlığını bitirdikten sonra, okulda hatta hukuk okumaya başlamıştım, uluslararası teklifler gelmeye başladı. Ben de birkaç yıl sosyal hizmetler okuyayım dedim, sonra hakikaten yoğunlaştı bu teklifler ve ondan sonra “tamam” dedim, “ben sosyal pedagojiye her zaman geri dönerim ama bu işi şimdi yapabilirim” diye kendimi tamamen DJliğe verdim

Baya uzun bir zaman da olmuş.

Evet, baya. 20 küsur yıl oldu.

İpek İpekçioğlu by Melis Özdil

Bu sürede tabii çaldığınız kitleler de değişti. Zaten bir sürü farklı kesimlerden davet alıyorsunuz. Merak ettiğim şeylerden biri, müziğiniz kimlere çaldığınıza göre değişiyor mu ya da tepkiler değişiyor mu

Gayhane var, çaldığım yerler arasında en çok bilinen partilerden biri olarak ve orada kitle… Yeni nesil gelmekle birlikte, 20 yıl önce başlayan kitle de hâlâ gelmeye çalışıyor ve hâlâ gelenleri de var aralarında. Ama tabii yeni nesil de çok gelmeye başladı. Gayhane’de çaldığımda yine eski havalar, 80lerin, 90ların, 2000lerin popları… Dans havaları bugüne göre hâlâ çok daha iyiler, ne diyeyim. Orada müzik olarak biraz o eski havayı, biraz Türkiye havasını, biraz orient parti havasını hâlâ tutmaya çalışıyoruz. Yani sırf elektronik ve pop olmadık. Öte yandan, İpek’in tabii bir de elektronik bir kimliği var. İpek İpekçioğlu olarak daha çok, elektronik müzik üreten; üreten ve çalan bir kimliği var. Bu da daha çok teknolojiye gidiyor. Orta Asya teknosu falan çalıyorum ben. Ürettiğim müziklerse Türkçe’den, Kürtçe’den, Arapça’dan, o dillerdeki eski şiirlerden oluşan türküleri elektronize ediyorum; insanlar da dinleyebilsin, yeni nesil de bu türkülerimizi bilsinler gibi. Aynı zamanda Almanlar ve Avrupa da duysun bu dilleri, sırf bize saklı kalmasın bunlar. Öte yandan festivaller organize ediyorum. Kitle değişiyor tabii. Yeni nesile de hitap ettiğim gibi eski nesile de hâlâ hitap ediyorum. Ki bu benim için de çok önemli. Benim jenerasyonumun benim müziğimle dans ediyor olması benim için çok çok önemli bir şey. Ama aynı zamanda o müzik de zaten benim kimliğimin bir parçası. Oyun havası olmadan ben yapamam. Hele roman olmadan hiç yapamam.

 

Tam da aslında onu soracaktım. Kendi müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Ürettiğim müzik daha çok elektronik bazla ama hâlâ alaturka elementleri çok olan; Gayhane ve eklektik İstanbulistan altında çaldığım parçalar daha çok hakikaten Orta Doğu’nun geleneğine kadar gidebiliyor. Geleneğin dibine kadar gidebiliyor. Elektronik İpek de başka bir yerlere gidebiliyor. Aslında karar vermek istemiyor olmanın, her şeyi seviyor olmanın bir avantajı. Sanatçı olarak kendi kimliklerimi koyabiliyorum böylece.

Berlin dışında çaldığınızda tepkiler nasıl değişiyor? Avrupa’nın başka yerlerinde çalıp onlar da duysun istiyorum gibi bir şey de söylediniz.

Evet, Avrupa… Ne bileyim işte, yapmış olduğum Gesi Bağları mesela. Gesi Bağlarının bir tane remiksi var ve neden insanlar Selda Bağcan’ın sesini bilmesinler, tanımasınlar, muhteşem güzel ses duymasınlar? Uyan Uyan’ı Petra Nachtmanova ile yapmıştım. Ötme Bülbül Ötme’nin bir başka versiyonu. Pir Sultan Abdal çok güzel deyişler yazmış o zamanlar, çok güzel şiirler yazmış ve neden biz burada yaşayan insanlara da dinletmeyelim? Neden hep saz müziğine hapis kalsın? Ben de seviyorum güç vermek, empowerment, hareketli olmak hâlâ; benim için önemli unsurlar. Bir de ben sosyal politik eleştirisel dilimi de müzik üzerinden yaşıyorum. Gelecek hafta Kore’de çalacacağım, ona çok heyecanlıyım. Koreliler acaba nasıl bakacaklar bu olaya? Tanıyorlar mı bizi, bizim müziği; tanımıyorlar mı? Nasıl? O tür şeyleri çok merak ediyorum. Bir de ben de çok heyecanlı olduğum zaman başlıyorum dans etmeye DJ setinin içinde. İnsanlara “hani bakın ben de sizden birisiyim” yani, “hadi bilmiyorsanız ben size göstereyim nasıl dans edilir.” Özellikle halaylarda çok oluyor. İnsanlar bilmiyor ama heyecanlanıyorlar, ondan sonra ben onlara gösteriyorum. Dünyanın çok ücra köşelerine gitme şansına da sahip oldum, Genelde seviyorlar, açıklar. Onu söyleyebilirim. Seviyorlar yeni şeyleri duymayı, bilmedikleri şeyde dans etmeyi.

2007’de bir gazetede sizi tanımlamak için bir başlık atılmış: “Berlin’i eğlendiren Türk kızı.” Berlin gece hayatını nasıl buluyorsunuz? Özellikle Berlin’in çok değiştiği söyleniyor.

Berlin’in bir göçmen kültür olayı vardı o zamanlar. Özellikle 90lar ve 2000li yıllarda çok çok güçlüydü. Biri özellikle Türkiyelilerle ilgiliydi ama sanki şimdi bir azalma oldu. Şimdi daha çok… Baya bir göçmen partileri var aslında hâlâ, bunlar çoğunlukta işte Arap müzik odaklı oluyorlar. Tabii şu anda onlar daha fazla ortalıktalar kulüp hayatlarında. Berlin’de bir sürü kulüp var aslında, nereden başlayacaksın ki? Ona göre de dinleyicileri var. Yani her müziğin kendisine göre bir kitlesi var. Ona göre de insanlar geliyor ve dans ediyorlar ve daha da zenginleşti diyebilirim hatta. Negatif değil de; daha da zenginleşti. Eskiden dışarı çıkmak, eski arkadaşları görüp onlarla dans etme zevki çok daha farklıydı sanki 2000li yıllarda. O biraz değişti. Yaşıtlarımı görmek biraz daha zorlaştı. Çünkü insanlar gençleşti. Nesiller gençleşti. Ama hâlâ güzel yani, bana öyle geliyor. Ama tabii bir süre sonra da tekrar oluyor. Her şey bir nevi kendisini tekrarlıyor.

Kendinizi tanımlarken aktivist olduğunuzu da söylediniz. Almanya’da uzun yıllardır yaşamakla birlikte İstanbul’a gidip-gelme de var. Bu süreçte göçmen kadın olmanın belirli etkilerini ve zorluklarını yaşadınız mı?

Almanya’da tabii ki, her ne kadar Almanya’da doğmuş olsam bile ya da çoğunlukla Almanya’da yaşamış olsam bile, bir göçmenim ben. Türkiyeli bir kadınım. Veya non-binary‘im. Politik olarak feminist bir kadın bilincine sahibim. Bu ülkeye ait olmayan bir yabancı olarak burada büyümenin ne olduğunu biliyorum. O dışlanma duygusunu da yeterince hissettim ve buna tepki olarak da ben uzun yıllar Almanca öğrenmek de istemedim, konuşmak da istemedim. Almanya da zaten öğretmedi. Hani derler ya, Almanca bilmiyorsanız entegre olamadınız. Anacım, ben 10 küsur yıl senin okuluna gittiysem, 365 günün 330 gününde ben en azından bunu yaptıysam, bunu sabahtan akşama kadar yaptıysam ve bunu sen bana hâlâ öğretemediysen, bu senin beceriksizliğin ve benim aslında entegrasyonumu elimden alıyorsun. Çünkü okul sistemi Alman devletinin iktidarı altındaysa, bu insan bana nasıl gelip de hâlâ kendi dilini öğretemez? Üstelik de o yapıyorsa bütün bu okuma planlarını. O yüzden Almanya’ya da öyle bir kızgınlığım var benim. ‘Bavul çocuğu’ terimi vardır, bu birçok ikinci nesil için geçerli; benim de gerçeğim olan bir terim aslında. Bir bavul gibi oradan oraya… Hadi bir yıl Türkiye’de okula git, ondan sonra yine bir yıl Almanya’da oku, sonra yine bir yıl okula git Türkiye’de, sonra yine Almanya’ya gel falan… Bunları yaşadım ben. Tabii, dil öğrenme konusunda nereye aitim? Hangi kültüre kendimi daha çok yakın hissediyorum? Bu konularda baya bir psikolojik stres yarattı bende. Çok uzun yıllar, “Türkiye’de olmak istiyorum, Türkiye’ye geri dönmek istiyorum” duygusu içerisinde büyüdüm. Sonra İngiltere’ye gittim ve İngiltere’de mesafeden Almanya’yla olan ilişkimi aslında bir gözden geçirebilme fırsatım oldu ve Almancanın aslında çok da güzel bir dil olduğunu fark ettim. Özellikle, ben bir iktidara sahip olmak istiyorsam hem göçmen çocuğu olarak hem de kadın bilinciyle büyüyen bir insan olarak bu dili öğrenmek zorundayım. Çünkü dili öğrendiğinde bu iktidar demek, mecburiyet değil. Ben bunu Almanlar için öğrenmiyorum, kendim için öğreniyorum. Yani yaşadığın ülkenin dilini bilmek aslında kendi haklarını da biliyor olmak ve savunabiliyor olmak demek. Karşındakinin mecbur olduğu ve onun görevlerinin de ne olduğunu biliyor olmak demek. Kendine sahip çıkmak demek. Ben bunu maalesef birazcık geç fark ettim. Ama fark ettim ve şey dedim, ben eğer tipik göçmen çocuğu olarak yaşamak istemiyorsam Almancanın yanı sıra okumam da lâzım, üniversiteye gitmem lâzım. Bir şeyler bitirmem lâzım akademik olarak. Çünkü o zaman neyi çalışmak istediğimi daha kolay seçebileceğim. Her önüme gelen işi almak zorunda kalmayacağım. DJ parçası oldu sonunda o başka ama… (Gülüşmeler) Sonuçta da okudum. Kendimi ispatlamakla birlikte bu aynı zamanda toplumsal olarak yükselişim de oluyor tabii ki. Almanya’yla olan ilişkimi bu belirlemişti ama şimdi ben Almanya’yı çok seviyorum. Berlin’i çok çok seviyorum ve İstanbul’a hakikaten mekik dokur gibi çok sık da gidip geliyorum.

Dahil olduğunuz ve takip edebildiğiniz kadarıyla Türkiye’de ve Almanya’da kadın hareketi nasıl ilerliyor

Çok farklı iki ülke. Biraz karşılaştırması da zor aslında. Türkiye’nin olduğu coğrafya, kültür, insanlar… Türkiye’de her yeni yılda bir şeyler oluyor bir kere. İnsanlar oh bir nefes alıp da oturalım hadi, doğru düzgün hareketlerimizi yapalım, diye yapamıyorlar, çünkü her seferinde yeni bir şeyler oluyor. İnsanların kendilerini yeniden düzenlemeleri gerekiyor. O yüzden kalkıp Almanya’nın o düzenli gelişmesiyle, gidişatıyla Türkiye’yi karşılaştırmak biraz garip olur bence. Almanya kadın hareketinde de oldum. 1968, 72 ve 80 hareketinden sonra olan nesilim. 90lı yılların hareketiyim. Alman kadın ve lezbiyen hareketinden çok çok şeyler öğrendim ve benim için önemli olan konulardan birisi; haklar verilmiyor, haklar alınıyor ve bizim bunları unutmamamız lâzım, hâlâ bunun savaşını vermek zorundayız. Şimdi hatta Almanya’da o kadar ilerledik ki, o kadar modernleştik ki, artık post-queer feminizm diye terimlerle konuşmaya başladık. Türkiye’deki konular hâlâ çok farklı. Oradaki hareketin sadece ucundan ben biraz içerisindeyim. SFK vardı, Sosyalist Feminist Kadın Örgüleri. Çok az biliyorum oradaki hareketi. Ama oranın ilk lezbiyen gruplarını kurdum ben, İstanbul’da. Orada tabii hakikaten feminizm üstünde konuşmaya başlıyorsun. Şimdi daha çok LGBTI aktivizminin içerisindeyim.

Bu ilk lezbiyen grupları Türkiye’de nasıl kurdunuz?

Bir tane lezbiyen grubu kurdum: Biltisin kız kardeşleri. 1995’te, hayatımda ilk defa bilinçli olarak İstanbul’dayken, bir kafe gördüm Beyoğlu’nda, İstiklâl’de, üstünde Kaktüs yazıyordu. İçeriye girdim, dedim, burada bir sürü kadın var, belki lezbiyenler de vardır burada. Girdim ben içeriye, 23 yaşında. Merhabalar, ben İpek, Almanya’dan geliyorum, Berlin’de yaşıyorum, lezbiyenim, burada lezbiyen var mı? Valla ben bilmem ama şuradaki ablaya sor, bak o pipo içiyor. Ben pipo içen ablaya gittim; Merhabalar, ben İpek, bardaki abla gönderdi sana, Almanya’dan geliyorum, Berlin’de yaşıyorum, lezbiyenim, burada lezbiyen var mı? Valla ben bilmem, şurada bir kafe var adı Sappho, sen istersen oraya git. Sappho’ya gittim, Merhabalar, ben İpek, Almanya’dan geliyorum, Berlin’de yaşıyorum, lezbiyenim, burada lezbiyen var mı? Valla ben bilmem, müdüre sor. Merhabalar, ben İpek, Almanya’dan geliyorum, Berlin’de yaşıyorum, lezbiyenim, burada lezbiyen var mı?  Valla ben bilmem, gelmiyor buraya. E niye buranın ismi Sappho? Valla bilmiyorum, öyle koymuşlar. Neyse, sen Bilsak 5. Kat’a git. Ben tekrar Bilsak 5. Kat’a gidip, Merhabalar, ben İpek, Almanya’dan geliyorum ve lezbiyen arıyorum, ne olur artık bana yardımcı olun. “Tam da doğru yerine geldin” dediler ve getirmiş olduğum kitapları, broşürleri, yazılarımı oraya koydum masaya. Hemen orada arkadaşlarını aradılar. Gayini de lezbiyenini de aradılar ve bir grup kurduk. Sonra başladık konuşmaya, Türkiye’de durum nasıl, psikolojiler, hayatlar nasıl? Ben zaten burada gruplar kurmaya başlamıştım. Berlin’de ilk Türkiyeli lezbiyenler grubunu falan kurdum. Sonra Gladt grubunu kurdum. ‘Gays and lesbians aus der Türkei’ diye bizim bir örgütümüz var, göçmen LGBTI örgütümüz. Şimdi ama mesela Türkiye’ye her yıl gitmeye çalışıyorum. Orada workshoplar veriyorum ara sıra. LGBTI camiasında DJ olarak destek veriyorum. Gidiyorum, çalıyorum orada para almadan. Oranın bir parçası olmak… Buradaki yeni dalga LGBTI örgütünün de bir parçası olmak. Yeni dalga dediğim şu son 3-5 yılda gelen Türkiyeliler. İşçi veya 1980-1990-2000li yılların göçmenlerinden farklı bir kültüre sahip olan yeni dalgalar da burada şimdi, onların bir hareketlenmeleri var. Onların da bir nevi bir parçasıyım.

Bir yandan GKB’yi de destekliyorsunuz. Şenlikte sahneye çıkacaksınız.

Seviniyorum oraya gelicem diye. Yıllardır 8 Mart’ta çalmaya çalışıyorum ama bir türlü olmadı. O yüzden geliyorum, taa ayağınıza Frankfurt’a geliyorum.

Şenliğin mottosuyla ilgili olarak “kadına yönelik şiddete, ırkçılık ve ayrımcılığa karşı sesini yükselt”, siz neye karşı ya da ne için sesinizi yükselteceksiniz?

En son hatta Babylon’da çalmıştım Gaye Su Akyol’la beraber kadına yönelik şiddete karşı, “Değişim müzikle başlar” diye. Kadına karşı olan şiddet insana karşı olan şiddettir ve buna hiçbir şekilde taviz vermemeliyiz. Her zaman güçlü olmalıyız ve beraberiz. Yes, we can do it!

Son olarak, GKB’li kadınlara bir mesajınız var mı?

Sizleri seviyorum, en yakın zamanda göreceğim için çok seviniyorum. Hep beraber tepineceğiz, kurtlarımızı atacağız. GKB’nin var olması bence çok önemli. Onların yaptığı işler de çok önemli. Kadınları bir arada tutup onlara aynı zamanda danışmanlık yapmak. Böyle eğlenceli şeyler yapmak. Yaptıkları iş çok çok önemli ve bunun bir parçası olmaktan ben de çok onur ve gurur duyuyor.

Kaynak Kadın/Frau Sayı 38 @infogkb