Köln’de Caritas’a bağlı İşkence Kurbanları Terapi Merkezinde uzman psikolog olarak çalışan Hamidiye Ünal, ülkelerinde işkence görmüş, travmalı kadınlara refakat ediyor. Ancak o, mülteci kadınlarla profesyonel çalışmalarının yanı sıra gönüllü başka şeyler de yapıyor. Örneğin üç yıldan beri ‘hoşgeldin inisiyatifi‘ çerçevesinde birlikte örgü örüyorlar, kendi deyimiyle; “komşuluk grubunda eşitlik temelinde bir aradalar ve birbirlerine dokunuyorlar.”
Merkeze gelen mülteci kadınların sorunlarıyla ilgili bilgi verebilir misin?
Hamidiye Ünal: Caritas’a bağlı İşkence Kurbanları Terapi Merkezi’nde uzman psikolog- psikoterapist olarak çalışıyorum. Merkeze değişik ülkelerde işkence görenler geliyor. Kadınlara baktığımda Türkiye’den gelenler, cezaevlerinde kalmışlar ya da yakınları cezaevinde kalmış, bu nedenle kovuşturmaya uğramışlar, işkence görmüşler. Bir de ölüm oruçlarının kurbanları var. Afrika’dan gelenlere baktığımda çok genç yaşlarda ailelerinin zoruyla kendilerinden çok yaşlı insanlarla evlenmişler, baskı, şiddet altında yaşamışlar. Ruanda gibi ülkelerde kitlesel tecavüzlerle karşı karşıya kalmışlar. Bosna’dan gelenler de aynı. Ermenistan’dan gelenin de farklı bir durumu yok. Hepsi değişik nedenlerle de olsa kadın oldukları için, cinsiyetleri nedeniyle, cinsiyetlerine vurularak mağdur edilmişler. Geldiklerinde anlatmaları, konuşmaları zor oluyor, hayata tutunmaları da… Çoğu çocukları sayesinde ayakta kalıyor. Kendi hikayesini, yaşadıklarını hatırlamak istemiyor. “Çocuklarım olmasaydı kendimi öldürürdüm” diyorlar. Bir yerden, bir şekilde sorun çıkıyor ama.
Kimler geliyor?
Bize müracaat eden travmalı mülteci kadınlar değişik ülkelerden tek başlarına, eşleriyle veya çocuklarıyla gelmiş kadınlar. Sığınma dilekçesi vermişler, bazılarınınki kabul olmuş, bazılarınınki kabul olmamış, beklemedeler. Bazıları çok ağır vaka olarak hastaneden bize gönderiliyor. Bazıları da danışma merkezlerindeki istekleri doğrultusunda bize yönlendiriliyor. Kadınlara yönelik çalışmalarımda sadece bireysel terapi değil, grup terapisi de yapıyorum. 15 yıl kadar önce başladım. Grup terapisi kadınlara, bilhassa travmalı kadınların sıkıntı ve sorunlarının rahatlıkla üstesinden gelebilmelerinde yardımcı oluyor. Grubuma önceden sadece Türkiyeli travmalı kadınlarla başlamıştım ama son yıllarda Afrikalı, Bosnalı, Ermeni, Roma, Azerbeycanlı mülteci kadınlar da geldi.
Neler anlatıyorlar?
Davranış psikoterapisine bağlı bireysel terapi yaptığım için, durumları, bakış noktaları, benden tedavide beklentileri gerçekten çok önemli. Örneğin ilticası kabul olmuş bir kadınla ilticası kabul olmamış rahatsızlıkları olan, önceden çok şey yaşamış bir kadının durumu çok değişik. Onlara bakışım, refakatım çok değişik. Bilhassa ilticası tanınmamış, transferini bekleyen, beş-altı kişili bir aileyle bir odada kalan kadının refakatı diğerlerine nazaran çok farklı. Diğerleri gibi kolay olmuyor. Onların örneğin transfer sonrası korkuları var. Kosova gibi son yıllarda güvenlikli yerler olarak tanınan yerlerden gelen, yaşadığı travmalar nedeniyle hayatını çocuklarıyla, ailesiyle orada geçiremeyen, Almanya’ya gelip iltica eden aileler çok kısa süre sonra memleketlerine geri gönderiliyorlar. Fakat bu insanların travmaları çok ağır. 20-25 yıl önce yaşananlar ve onun ardından savaşın etkileri kadar, savaş sonrası, eşleri savaşta bir tarafın yanında yer almış kadın ve çocukların korkuları da gündemde. Savaşın diğer tarafında olan insanlar hala bu insanlardan, eşlerinden çocuklarından öç alıyorlar. Ne yazık ki böyle sıkıntılı bir süreç yaşıyorlar. Şu anda ben öyle iki aileye bakıyorum. Birisi Roma kökenli. Kadın maalesef eşinin gözü önünde bir sürü erkeğin tecavüzüne maruz kalmış. Bunları hemen göndermek istiyorlar, rahatsızlıklarına bakmadan geri gönderiyorlar. Buraya geldiklerinde ben burada kalayım diye değil, beni uzman olarak gördükleri için geliyorlar. Bir travma terapisti olarak onlara yaklaşabilmem çok zor. Önce stabilize olmaları gerekli. Stabilize olmak da, böylesi ağır mağduriyet yaşamış insanların “iyileştin artık gidebilirsin” denip sınırdışı edilme tehlikesini beraberinde getiriyor. Ama bu, yıllardır ben ve benim gibi bu alanda çalışan meslektaşlarımın alıştığı bir durum. Sığınması kabul olmuş bir mülteci kadının içinde bulunduğu durum tabi ki çok farklı. Bize gelme nedenleri değişebiliyor, zaman zaman uykusuzluktan, çocuğunun okulda başarısız olmasından şikayet ederek gelenler oluyor. Bu arada çocukla konuşurken ailenin ya da babanın bir mağduriyet yaşadığını fark edebiliyoruz. Ya da ev şikayetleri olabiliyor, dört beş kişili bir aile bir-bir buçuk gözlü evlerde yaşıyor. Bazen dayanışma merkezleri, bazen avukatlar bazen de benim 27 yıldır bu grupla çalışmam nedeniyle tanındığım için terapiye geliyorlar. Türkiyeli mülteciler beni ağız propagandasıyla bizden biri olarak biliyorlar. “Orada bizden birisi var, bizi dinler, anlar” düşüncesiyle ‘muhakkak’ benden bir randevu almak için geliyorlar. Başka uluslardan kadınlar da geliyor. Baktığımız zaman nereden gelirlerse gelsinler bireysel olarak kadınlar tükenmişliğin hikayesini anlatıyorlar, bu da cinsel kimliklerine yapılan saldırıdan kaynaklanıyor.
Neler yapıyorsun onlarla?
Kişisel terapi yapıyorum ama bunun dışında bir kreativ grup da oluşturdum. Birarada olmak ve birşeyler üretmek onlara iyi geliyor. Bu bilimsel olarak da kanıtlanmış bir şey. Birşeyler üretirken beynin sağ ve sol lopları arasındaki koordine daha iyi sağlanıyor. İşkence görmüş, travma yaşamış kişiler unutkan, dalgın, suskun oluyorlar. Bu kreativ çalışma onlara yardımcı oluyor. Benim kurumdaki kreativ grubumda takı yapıyoruz. Ancak öyle iki, üç boncuğu birbirine ekleyip yapılanlardan değil. Özellikle Türkiye’de cezaevlerinde 80 öncesi ve sonrası siyasi tutukluların stres atmak motivasyon saglamak için mini renkli boncukları tane tane, ilmek ilmek işleyerek çeşitli aşamalarla ‘hapisane işi’ olarak da bilinen yaptıkları tespihler, duvar süsleri vardı. Buna benzeyen zor, dikkat gerektiren ama çok güzel şeyler üretilen tekniklerden oluşmakta takılarımız.
Yaşadığın semtte bir komşuluk grubun var.
Suriyeli mültecilerin gelmesinden sonra bizim mahalleye çok yakın yerlerde birkaç tane mülteci yurdu vardı. Suriyeli aileler buralara yerleştirildiler ve yaşadıkları ortamlar gerçekten hoş, güzel ortamlar değildi. Katılmış olduğum bir toplantıda UNICEF’te çalışan Suriyeli bir kadınla tanıştım. Kadınların yurtlarda çok kötü koşullar altında yaşadıklarını, hala dil kursuna gitmediklerini, gidemediklerini, ulaşımda çok zorluk çektiklerini, çocukların okulda zorluklar yaşadığını, bilhassa onların alışkın olduğu komşuluk ilişkilerinin olmadığını anlattı. Aslında bildiğimiz sorunlar. Suriyeli hanıma, “o kadınlar örgü örer mi?” diye sordum. “Örgü örsek beraber, hem birkaç saat örgü öreriz, Almanca konuşuruz ve güzel birkaç saat geçiririz.” dedim. Çok mutlu oldu. Onunla birlikte olur mu olmaz mı derken, ayrıca olabilecek masrafları düşünürken bir baktım ki bana destek olan gönüllü kişiler çıktı. Hatta bir arkadaş, bir dükkan var oradan bağış yapsınlar dedi. Oldukça yün getiren hanımlar oldu. Bir hedefim vardı başlangıçta, sadece Şam’dan değil Halep’ten, Erbil’den, belirli Kürt bölgelerinden gelen, savaşı yaşamış bu kadınlarla birlikte komşuluk ilişkisi sürdürmek, zaman geçirmek, olabildiğince günlük yaşamda yardımcı olmak. Bu kadınların ortak dilleri her ne kadar Arapça da olsa, her ne kadar savaş ortak mağduriyetleri de olsa birbirleriyle alışverişleri yok, birbirlerine gidip gelmeleri yok. Örgü grubunu yaptıktan sonra bu sağlandı. Üç yıllık bir geçmişi olan bir grup bu. Zaman zaman örgü örüyoruz, Almancalarının ilerlediğini görüyorum. Hiç okuma yazması olmayanların kurslara gittiklerini görüyorum. Bu kadınların, annelerin çok sorunları var. Eşleriyle sorunları var, yaşadıkları toplumla sorunları var, dil kursunda sorunları var, gittikleri okulda sorunları var. Bunların üstesinden gelebilmeleri için neler yapılabilirliği ile ilgili bilgiler edinip onlarla paylaşıyorum. Onları alıyorum örneğin sponsor bulupö birlikte konsere gidiyoruz. Çocukları alıyorum hayvanat bahçesine götürüyorum. Ya da annelere var olan olanaklardan yararlanmaları için yardımcı oluyorum. Onları, sadece uzaktan komşularım olarak görmüyorum, komşuluk ilişkilerimizi pekiştiriyorum.
Gelişmelerini gözleyebiliyor musun?
Oo çok. Ben sadece Türkiyeli mültecilerle çalışmadım şimdiye kadar. Türkiyeli göçmen kadınlarla da çalıştım. Onların Almanca’ya vermiş olduğu önem değişik. Hakikaten alakayla ilgili birşey, tabi bazılarına kurs olanağı sunulmamış olsa da Almancanın çok zor olduğunu bahane edip öğrenmemekte ısrar ediyorlar. Üç yıldır Suriyeli komşularımda gördüğüm ise oldukça istekli oldukları. Yazı dilleri zor olmasına rağmen nasıl öğrenmeye çalışıyorlar, çocuklarını derslerde başarılı olmaları için nasıl teşvik ediyorlar buna inanamıyorum bazen. Yani kursa gidiyorlar, ilk tanıştığım halleriyle B1 kursunu bitirdiklerindeki durumlarını gördüğümde, tramvayda biz bülbül gibi Almanca konuşuyoruz. Elbette şikayet de ediyorlar ama hep; “Almancayı öğreneceğim ve meslek yapacağım.” diyorlar. “Ben öğretmendim, ben hemşireydim.” diyorlar. Bir hedefleri var ve bu doğrultuda Almanca’yı öğrenmek istiyorlar. Öğrenmek psikolojik olarak etkiliyor onları. Öğrendikçe özgüvenleri artıyor. Dışarı çıkabiliyor, alışveriş edebiliyor, bir birey olarak kendi kendilerini idare edebiliyorlar. Bunların aralarında kanser gibi çok ağır rahatsızlıkları olan kadınlar da var. Çok zorluk çekiyorlar. Ülkelerinde savaş yaşıyorlar. Yola üzerlerindeki giysiyle çıkıyorlar. Türkiye üzerinden geliyorlar, iki üç defa deniz üzerinden yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. Ölümlere tanık oluyorlar. Bunlardan rahatça bahsetmiyorlar. Sadece, biz geldik kurtulduk, bundan sonra devam etmeliyiz hayatımıza diyorlar. Sıfırdan başlıyorlar. Bir eşyaları bile yok.
Örgü örmek dışında neler yapıyorsunuz?
Örgü örmeyi bilmedikleri halde, beraber olmak çok hoşlarına gittiği için gelenler var. İki haftada bir iki buçuk saat gidebilecekleri, onlara ait bir yerin olması önemli olan. Biz örgü örüyoruz, çay-kahve içiyoruz, kurabiye yiyoruz ve sohbet ediyoruz. Her şeyden önce çok gülüyoruz.
Nasıl anlaşıyorsunuz?
Ben Almanca konuşuyorum. Aralarında hala Almanca anlamayanlar var ama bir şekilde anlaşıyoruz. Grubun en yaşlısı 74 yaşında. Suriye’de örgü hocasıymış. Makinada kazaklar örermiş. O hanım hiç anlamıyor. Bir tane 66 yaşında Şam’da profesör olan bir kadın var. Bazıları İngilizce biliyor. Bir tanesi buraya gelmeden Türkiye’de yaşamış, Türkçesi var. Ama kesinlikle sorun olmuyor. Elimde kitaplarım var. O kitaplardan neyi seçmesi gerektiğini söylüyorum, ne istiyor, bakıyor seçiyor. Yünler zaten orada. Sayıları yazarak şu kadar ilmekle başlayacaksın, şu kadar arttıracaksın diyorum. Örgü ilerledikçe sevinç o kadar büyük oluyor ki. Onun ötesinde sokakta karşılaştığımızda ördüğü kazağı, giymişse eğer, bana göstererek geliyor, çocuklar caddenin diğer tarafından ismimi haykırarak selam veriyorlar. Bu harika bir komşuluk ilişkisi. Herkesin yapabileceğine, yapması gerektiğine, şu veya bu şekilde birbirimize dokunmamız gerektiğine inanıyorum. Almanlar bunu daha iyi yapıyor. Bizim semtte bir yardımlaşma ağımız var, tespit edilen ihtiyaçlarına yardımcı olmaya çalışızoruz. Bir ressam hanım var atölyesinde kahvaltı veriyor. Bir bey kanu derneğinden, yaz tatillerinde kanu öğretiyor. Onları yüzmeye götürüyor, yüzme paralarını buluyor. Çocukları boğulma korkusundan kurtarıyor. Çocuklara ev ödevlerinde yardımcı olmaya çalışıyoruz. Yapılabilecek o kadar çok şey var ki. Günlük yaşamı kolaylaştıracak bilgiler vermek örneğin. Kreativ çalışmaları küçümsememek gerekiyor. Ne örgüyü, ne dikişi ne de resim yapmayı. Bunların insan ruh dünyasına katkıları çok. Konuşmasa bile kendi ‘acı yüklü’ hikayesine takılı kalmaktan kurtarıyor kadını. Bir müddet örneğin yarım saat, bir saat kendi hikayesinden uzaklaşabilmek onun yaşam kalitesini yükseltiyor. Örneğin biz Suriyeli grupta yaz için bir eğlence düzenledik. O kadar dans ettiler ki. Bir Suriyeli kadın, dans etmenin, oynamanın onların ruhsal bir ihtiyaçları olduğunu; “Biz sıkıldıkça oynarız, hep oynardık.” diye açıkladı. Aklıma Sezen Aksu’nun “şarkı söylemek lazım, o zaman yüreğinin yükü hafifler belki biraz” şarkısı geldi.