Pandemide bir kadın


Berin Uyar

Merhabaaa, 

Ben geldim! Baktım gelen giden yok, sıkıntıdan patlayacak değilim ya, ben gideyim bari dedim.

Doğrusunu isterseniz bu Korona denen illet bana epey şey öğretti, itiraf edeyim. Aslında, kendimi özgür hissetmezken bile, ne kadar özgür olduğumu farkettim. Öyle başımda zantuz çivisi gibi duran, kocam, kayınvalidem; oraya git buraya gitme, onu giy bunu giyme, ayıptır, günahtır falan gibi dırdır eden bir yakınım olmadığı halde, yine de ne çok şeyi yapmadığımı/ yapamadığımı farkettim. 

Ben yalnız yaşayan bir kadınım. Bir akademisyenim. Emekli oldum ama üniversiteden kopamadığım için ucundan kenarından derslerime devam ediyorum. Tabii ki, şu anda online ders yapıyorum. İlk derste çocukları karşımda dizi dizi fotoğraflar halinde görünce nasıl bir şok ve üzüntü yaşadığımı anlatamam. Dokunamıyorsun, gözlerinin içine bakamıyorsun, karşı taraf isterse onu görebiliyorsun. Şimdi alıştım artık. Çocukları ekranda tutabilmek için çeşitli yollar buldum. Bazen kendimi çok beğeniyorum, keşke benim de benim gibi bir öğretmenim olsaydı diyorum doğrusu. Zaten kasvetli sıkıcı ve insanı sürekli aşağıya çekmeye çalışan bu “karantina” günlerinde mümkün olduğunca eğlenceli olmalı insan.

Günlerini nasıl geçiriyorsun, sıkılmıyor musun diye soranlar oluyor. Yooo, sıkılmıyorum. Ne mi yapıyorum? Yazıyorum, okuyorum bol bol… Ama sadece onlar değil tabii ki. Çok monoton olurdu hayatım yoksa.

Sabah sekiz gibi kalkıyorum. (Şimdi çoluğu çocuğu olanların, karga kardeşler gelmeden yollara düşenlerin “oooh ne keyif” dediklerini duyuyorum elbette. Sizin için üzgünüm. Ben de çalışırken çok erken kalkmak zorundaydım. Biraz uyku keyfi yapayım bu kadar sene sonra yani, değil mi?)

Sonra kahvaltıdan önce içmem gereken ilaçlarımı alıyorum. Guatr var bende, yaklaşık 20 yıldır bu önemli organın hızlı çalışmasını sağlayan bir ilacım var. Buna rağmen metabolizmam çok yavaş, eğer yememe dikkat etmez ve spor yapmazsam hemen kilo alıyorum. 

Banyodaki işlerim biter bitmez, bir yere gidecekmiş gibi giyiniyorum. Küpelerim, kolyelerim, yüzüklerim… Bunları takıp takıştırıyorum. Haaa, unutmadan söyleyeyim, her gün başka bir şey giyiyorum. Tabii onlara uygun takılar da ayarlamak lazım… Bu lanet Korona bir yıl daha başımızı ağrıtacak gibi görünüyor, giysilerim dolapta mı kalsın? Her güne bir kıyafet. Hatta beğenip de sırtıma koymadıklarımı bile giydim bu süreçte. Dar gelenleri, bol gelenleri, bıktıklarımı da bu arada tasviye etmiş oluyorum. Şimdiden bir mavi torba doldu desem inanın.

Sonra kuvvetli bir kahvaltı gerekiyor. Yumurta oluyor soframda genellikle. Kolesterol falan diye kandırdılar bence bizi yıllarca. Her gün bir yumurta yediğim halde, kan değerlerim normal. Herşeye de inanmamalı insan. Malum ilaç endüstrisi, yalan dünyasının çukuru. Kahvaltı ederken, televizyonda haberleri izliyorum. Yani aslında zaplıyorum desem daha doğru. Türk televizyonları malum. Kocakafalar konuşursa hemen başka kanala geçiyorum elbette. Biraz Alman, biraz Türk televizyonu… Haberler yetiyor bana. Kahvemi yudumlarken telefonumu karıştırıyorum biraz. Kim yazmış, arkadaş aleminde ne olmuş ne bitmiş… Bu da haberler kadar değerli benim için. 

Kahvaltıdan sonra bir küçük ödülü hak etmiş oluyorum. Bazen minicik bazen de kocaman bir yay çizerek yürüyüş yapıyorum. Yanımda birisi varsa keyfime doyum olmaz. O zaman çok uzun da yürüyoruz elbette.

Eve gelince, malum el yıkama, mantonu, maskeni balkona asma faslı… Derken oturuyorum bilgisayar başına. Hergün yazarım ben. Yayınlansın yayınlanmasın hergün yazıyorum. Zaten çalışma odamı çok severim. Bazen oradaki koltuğa oturur, kitaplarıma, ıvır zıvırıma bakarım uzun uzun. Bu anlar çok keyiflidir benim için. Arada kalkıp, unuttuğun bir kitabı eline almak, sayfalarını çevirirken o kitaba dalıp gitmek, bazen kısa bir şekerleme yapmak… Hele de güneş vurmuşsa koltuğa… Müthiş bir keyif. (Şimdi yine küçük çocuğu olanların, “ooooh, tabii çoluk çocuk, evde yemek yetiştirmen gereken insanlar yok, keyif yaparsın tabii” dediğini duyar gibiyim. Eh bu da benim seçtiğim bir yol. Zamanında memleketi kurtarmak için çok koştuğumdan, o hapishane senin öbürü benim dolaştığımdam çocuk doğurmamayı seçtim. Evet dezavantajları var ama böyle bir keyif de yapabiliyorum işte) 

Her insan kendi iradesiyle seçtiği yolun bedelini de ödemeli, varsa keyfini de yaşamalı. İstemeden bir şeyleri yapmak zorunda da kalmış olabilir insan. Hele de bu insan kadınsa. Ne yazık ki, kadınlar çoğu zaman başka bir iradenin tahakkümü altında kalmıştır. Böyle kadınlarla dolu dünyamız, hatta yakın çevremiz. Kimisi zorluklarla mücadele ederek yine de özgür olabilmeyi başarmış, ama ne yazık ki çoğunluk teslim olmuş. Teslim olmak kolay yoldur. Boyun eğersin üstündeki iradeye. Mutlu değilsindir belki ama daha az sorun yaşarsın. Ben, mutlu olmadığının, başka türlü yaşantılar, hatta şiddetsiz bir evlilik olabileceğinin farkında bile olmayan o kadar çok kadın tanıdım ki, inanamazsınız… 

Ne mutlu ki bana, pişmanlığım olmadı bu hayatta. Doğru, belki ilk hamileliğimi sonlandırmayıp, çocuk doğurma cesaretini gösterebilseydim, zaten (kız olacaktı mutlaka) şimdi 49-50 yaşlarında olurdu. Birlikte olurduk. Ben, özellikle bu pandemi günlerinde sarılmak istiyorum, insan sıcağını arıyorum. Uzaktan sarılmak değil, böyle sıkı sıkı, kokusunu içine çekerek, sırtına pat pat vurarak sarılmak istiyorum. Tabii ki kimseye sarılmıyorum. Ama bazen, mesela televizyon karşısında ya da az önce sözünü ettiğim koltuğumda kocaman bir yastığa sımsıkı sarılırken yakaladım kendimi.

Neyse yine dönelim konumuza. “Korona günlerinde ne yapıyorsun.” sorusunu yanıtlıyordum.

Yazıyorum demiştim, orada kaldım. Okuyorum da. Korona’nın ilk yedi ayında elime tek kitap alamadım. Okuyamadım. Birkaç sayfa okuduktan sonra gözlerim kapanıyor, uykum geliyordu. Şimdi yine normale döndüm sayılır. Geceleri yatmadan önce okumayı seviyorum. Çoğu zaman yatağıma da götürdüğüm kitabın küt diye kafama düşmesiyle uyanıp, lambamı söndürüyorum. 

Arada arkadaşlarımla ve komşularımla da, tek tek olmak üzere buluşuyorum. Birlikte yürüyoruz, yemek pişirip yiyoruz. Arada kekler, pastalar da yok değil elbette. Ama bu pandemi sürecinde düzenli beslendim. Sağlıklı yemeye çalıştım. Almanya’da şimdilik hayatımı nasıl sürdüreceğim, işten atılırsam ne olacağım endişesi daha az yaşandığı için aslında şanslıyız. Bildiğim kadarıyla Türkiye gibi, geceleri aç uyuyan çocuklar, ekmeğini çöpten toplamak zorunda kalan ya da komşularının desteğiyle hayata tutunan insanlar yok burada. Korona bana bunu da öğretti. İnsan elindeki avantajların/hakların farkında olabilmeli. Yapılacak şey elbette, bu olanaklardan yararlanamayan insanların da, örneğin memleketteki,  bu haklardan yararlanabilmeleri için mücadele edebilmek. Yan gelip yatmamak.

Korona günlerinde en çok yaptığım işlerden birisi de, online toplantılara, seminerlere, kurs ve derslere katılmak. Normal zamanlarda buna pek zaman bulamıyordum, ama şimdi programlı yaşıyorum ve haftada en az bir seminere katılıyorum. Bu süreci öğrenerek, eksik olduğum ya da ilgi duyduğum konularda kendimi geliştirerek değerlendirmeye çalışıyorum. O kadar çok şey öğrendim ki bu arada. Okuyarak aylarımı alacak birçok konuya girebildim bu sayede. Üstelik de bu öğrenme, dünyanın dört bir yanından gelen insanların katılımıyla oluyor, müthiş bir bilgi ve deneyim alışverişi. Başka bir avantaj da şu: Buluşma dünyanın neresinde olursa olsun, bir anda oradasın. “Sihirli cadı”nın burnu yani. Pat orada çat burada. Işınlanmadan daha çabuk. Evet Korona zamanında sanal alemin, online buluşmaların, canlı görüşmelerin heyecanına da kaptırdım kendimi. 

Mesela geçen gün, beş milyon yaşındaki Munzur Dağı’na tırmandık. Kozmik Okyanus Tanrıçası Anahit’in kutsal sütünden fışkıran, deli deli akan, ulu Munzur Nehri’nde yıkandık. 

Pir Sultanlar, Sarı Saltuklar, Seyidler, Ocaklar, Pirler, Mürşitler ve Deliler diyarında; kimi zamanın kimi zalimin, eski ve yeni Hızır Paşaların eliyle taşları sökülmüş kiliseler, türbeler, camiler, kaleler, kaya mezarları arasında dolaştık.

Çok şey öğrendim. 

Kutsal Munzur’un suyuna, kurban kanı dışında kan akıtılamayacağını mesela. Şimdilerde piknikçiler koyun kesip kanını akıtıyorlarmış gerçi ama. O sulara zamanında ne çok kan döküldüğünü düşündüm ve Munzur’un ne çok acı taşıdığını da.

Munzur’un suyuna atılan taşın söz olduğunu, Seyid Rıza ve arkadaşlarının bu sözü tutup yollarından ölüm pahasına dönmediklerini de…

Bu karmaşık inanç coğrafyasında suyun ve yaban aleminin nasıl kutsal olduğunu, “Su içene yılan bile dokunmazmış.” sözünün Munzur’dan doğduğunu; suyun kutsallığını, Dicle Fırat’ın dişil ama Munzur’un eril olduğunu…

Düşünün 2 saatlik bir seminer bu. Size de öneririm bu tür buluşmaları.

Ben Korona günlerinde neler yaptığımı daha anlatırsam çok uzayacak yazım. Burada sizinle vedalaşayım. İyi ki gelmişim size. Ben iyi vakit geçirdim. Siz?

(Berin Uyar)

, ,