Göçmen kadınların işçileşme süreçlerinde işin niteliğine bağlı güçlenme biçimleri üzerine düşünmek… (1)

Prof Dr. Hatice Kurtuluş

IMG_0598İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın sanayi ülkeleri radikal işgücü açığı ile karşı karşıya kaldıklarında bunu iki yolla kapadılar. Birincisi Avrupa’nın eski sömürgelerinin bağımsızlaşma sürecinde mobilize olan kırsal nüfuslarının Avrupa’ya akması, ikincisi ise savaştan sonra Güney Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerinden alınan misafir işçiler. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’de iktidara gelen Demokrat Partinin (DP) izlediği liberal ekonomi politikalarının tarımsal yapıda neden olduğu nüfus çözülmeleri, desteklen ticaret ve inşaat sektörünün artan ihtiyacını karşılamak üzere kırlardan kentlere doğru bir göç hareketine neden olmuştu. Bu iç göç hareketi, kentsel sektörlerin ve sanayinin ihtiyaç duyduğu emekten daha fazlası kentlere taşımaktaydı.

1960’lı yıllar Türkiye’de işçileşme süreçleri ve sınıf mücadelesi açısından teorik alandan siyasi/pratik alana geçiş yıllarıdır. Bu yıllar Türkiye’de işçi sınıfının bir yandan siyasal alanda örgütlenme ve partileşme deneyimi, diğer yandan sendikaların kurulması ve sınıfın iş yerinde örgütlenmesinin başladığı yıllardır. Kırdan kentlere akan nüfus, 1960’lı yıllarda kentli işçi sınıfının oluşumunu hızlandıran bir unsur olarak işlemektedir. Bu yılların aynı zamanda soğuk savaş yılları olduğu da göz önünde tutulduğunda, Kapitalist blok açısından Türkiye’deki bu kentsel sınıfsal inşanın kontrol altında tutulması ve bu yoğun iç göçün tehlikesiz hale getirilmesi önemlidir. Bu nedenle köylülükten koparak kentlerde ücretli emek olarak iş talep eden bu (ağırlıklı olarak erkek) işgücünün istihdam fazlasının ülke dışına akması olası sınıfsal isyanları azaltacak bir yol olarak görülmüştür. Ayrıca kırsal becerisiz işgücünün, gelişmiş sanayi ülkelerinde edineceği çalışma deneyimi, geri döndüğünde Türkiye’deki sanayilerin ihtiyaç duyduğu deneyimli bir işgücü sağlayabileceği gibi ülkenin döviz gelirlerini de artıracaktır. İşte başlangıçta Türkiye’den işgücü almaya niyeti olmayan Almanya’nın 1961 yılında ABD’nin de ‘tavsiyesi’ ile Türkiye ile imzaladığı işgücü anlaşması böyle bir sürecin sonucunda gerçekleşmiştir. Böylece, 1960 askeri darbesinden sonra kalkınma stratejisini değiştiren Türkiye kapitalizmi bir yandan kırlardan kentlere akan işgücünü, devlet eliyle desteklenen sanayi ve inşaat sektörlerinde ucuz emek olarak istihdam ederken, fazlasının yurt dışına gönderilmesi de Devlet Planlama Teşkilatı ve İş ve İşçi Bulma Kurumu (İİBK) eliyle sistematik bir biçimde sağlanmıştır.

1950’li yıllarda Türkiye’de yoğunlaşan iç göç hareketinin kentlere taşıdığı işgücü ağırlıkla erkekti. Kırsal yapı çözülürken çalışabilir yaştaki erkek nüfus yurt içinde ‘gurbete’ giderken, kadınların büyük bir kısmı, geniş ailenin diğer fertlerinin bakımını üstlenmek ve geçimlik tarım üretimini devam ettirmek gibi ağır bir yükle köylerinde kalmışlardı. Bu nedenle Türkiye’nin Almanya’ya işçi göndermeye başladığı 1961 yılından itibaren, zaten bir çoğu yurt içinde gurbette olan ya da gurbete gitme planı yapan erkekler bu defa Almanya ‘ya gitmeye başlayacaklarıdr. Kadınlar ise 1970’lerde başlayan aile birleşimine kadar ya köylerinde, ya da daha önce göçmüş oldukları kentsel gecekondu mahallelerinde, muhafazakar toplumun ‘kocanın korumasından mahrum kalmış’ kadına yönelik baskısı altında yaşamlarını idame ettireceklerdir. Ancak kadınlar açısından bu genel durumun önemli bir istisnası vardır. 1961 yılından itibaren Almanya’ya gönderilen işgücü içinde ilk yıllarda az miktarda ama 1964’den itibaren hızlanan sayıda kadın işgücü bulunmaktadır. Bu kadınlar büyük bir bölümünün Türkiye’de vasıflı işleri (hemşire, öğretmen, sekreter gibi) vardır. Bir bölümü ise kent ya da kasabada yaşayan en az ilkokul mezunu ama ekonomik ve ailevi sorunlar yaşayan ev kadınlarıdır. Ayrıca bazıları kocalarının Almanya başvurusu kabul edilmediği ya da kadınların daha kolay kabul edildiği için kocalarının (ya da aile fertlerinden birinin) teşviki ile İş ve İşçi Bulma Kurumuna başvuran kadınlardır. Dolayısıyla birinci göç dalgası içinde, Almanya’ya giden kadınların neredeyse tamamı belli sanayi kollarında (beyaz eşya, kablo, elektronik, jilet, konserve farikaları gibi) sanayi işçisi olmuşlardır.

İşçileşme ile kadının güçlenme pratikleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarması açısından bu ilk işçi kadınlarla, daha sonra aile birleşimi yoluyla gelen kadınların işçileşme biçimleri arasında farklar anlamlıdır. Doğrudan işçi olarak gelen kadınların işçileşme süreci aynı zamanda açık bir güçlenme biçimi olarak işlerken, aile birleşimi ile gelenlerin çalıştıkları, ağırlıkla temizlik ve bakım gibi işler kadınların cinsiyet rollerinin tekrarı gibi algılandığından, işçileşme sürecinin bir güçlenme biçimine dönüşmesi daha zor olmaktadır. Örneğin bir fabrikada ‘akord’ işçi olarak, becerili emek sahibi olmuş bir kadın işçi ile, aynı fabrikada temizlik işçisi olarak çalışan bir kadının güçlenme biçimleri aynı değildir. Kadınların işçileşme süreçlerinde yaptıkları işin niteliği ne kadar cinsiyet rolleri ile ilişkili ise, kadınların güçlenmelerinin o denli yavaş olduğu Almanya’daki göçmen kadınların işçileşme süreçlerinde açıkça ortaya çıkmaktadır.

Almanya’ya birinci göç dalgası ile gelen iki farklı kadın grubunun güçlenme süreçleri arasındaki bu fark, sadece maddi değil, aynı zamanda bu işlerin kadınlara sağladığı farklı sembolik özgüvenle de ilişkilidir. Kadınlar evde yaptıkları işi değerli bir emek süreci olarak yaşamadıkları için aynı işi ücretli yaptıklarında da emeklerinin özel olarak değerli olduğunu düşünmemektedirler. Oysa temizlik işçisi olarak çalışan bir erkek kendini (düşük gelirli de olsa) emeğinin belli bir değeri olan bir işçi olarak algılar. Diğer yandan birinci göç dalgası içinde doğrudan işçi olarak Almanya’ya gelen ilk kadın göçmenlerin, işçileşirken yaşadıkları sınıfsal sosyalizasyon ve dayanışma ilişkileri de onların güçlenmesinde önemli yer tutmaktadır. Almanya’nın misafir işçi programı işçilere fabrika ile yatakhane arasında geçen bir çalışma biçimi sunuyordu ve kadın işçiler kadınlar yurdunda (kadınlar hayımı) diğer işçi kadınlarla birlikte kalıyorlardı. Aileden uzaktaki bu yeni gündelik yaşam kadınlara yeni ve sınıfsal bir sosyalizasyon sağlıyordu. Evin ve ailenin değil, yeni öğrenilen işin, çalışma ilişkilerinin ve sınıfsal dayanışmanın esas olduğu bu yeni sosyalizasyon kadınların ilk kez cinsiyet rollerinin dışında kimliklenmelerine ve dolayısıyla bir özgüvene neden olmaktadır. Ancak aynı durum, aile birleşimi ile gelen ve neredeyse tamamı ücretli işlerde çalışan kadınlar için geçerli değildir. Öncelikle aile birleşimi ile göç eden kadınlardan aile içi geleneksel cinsiyet rolleri çok daha ağır koşullarda beklenmektedir. Almanya’daki erkek ya da kadın işçiler eşlerini ve çocuklarını Almanya’ya getirdiklerinde yurttan çıkarak bir ev kiralamakta ve burada bir göçmen aile düzeni inşa edilmektedir. Bu aile düzeni, daha önce yurtlarda birlikte kalan işçilerin, aynı mahallelerde, birbirleriyle güçlü komşuluk ve akrabalık ilişkilerini barındırır. Son derecede içe kapalı bu yapı özellikle kadınlar için daha da kapalıdır. Bu düzen içinde kadınlar tüm geleneksel aile içi görevlerini yerine getirdikleri gibi aynı zamanda da bu kapalı toplumun gözetimi ve baskısı altındadırlar. Ama aynı zamanda da çalışmak zorundadırlar. Onlar için yeni ve sınıfsal sosyalizasyon sağlayacak bir kamusal alan olmadığı gibi, işe giderken geleneksel aile içi görevler konusunda yardım isteyeceği komşuları dışında bir sınıfsal dayanışma da söz konusu olamamaktadır. Birbirlerinin çocuklarına bakmak ya da kendileri ya da çocukları hastalandığında birbirlerinin yerine işe gitmek ise kadınların geleneksel cinsiyet rollerini eksiksiz yerine getirmek üzere kurdukları bir dayanışma biçimidir.

Aile birleşimi sadece kocalarının yanına gelen kadınlar için değil, aynı zamanda kendileri işçi olarak gelmiş olan kadınları da bu kapalı yapıya geçmek zorunda bırakacaktır. Kadınlar artık kadınlar hayımından çıkarak ev düzenine geçtiklerinde onları da aynı cinsiyetçi işbölümü ve içe kapalı toplumun denetimi beklemektedir. Bu denetim sadece kadınların ‘namusu’ üzerinde değil aynı zamanda kazancı üzerindedir. Cinsiyetçi iş bölümüne bağlı aile içi sorumlulukların yanısıra bedenleri ve emekleri üzerindeki bu denetim, kadınların sahip oldukları güvenceli ve sürekli işleri bırakıp daha esnek işlerde çalışmayı tercih etmelerine neden olacaktır. Bu durumu, 1970’lerin ortalarında Duisburg’da Kablo Fabrikasında çalışan A.A. şöyle ifade etmektedir : ‘Kadınlar hayımında kalırken işi iyice öğrenmiştim. Vardiyalı olarak çalışıyorum akortta. Çocukları getirince memleketten bu düzende çalıştım biraz daha ama çok zor oldu. Çocukları evde uyurken bırakıp giderdim bir de gece uyurken görürdüm… İşim çok iyiydi, kazancım da ama ben oradan ayrıldım. Saatleri daha rahat diye temizlik işine başladım.’

Hayım düzeninden aile ve ev düzenine geçen işçi kadınların kazançları üzerindeki denetimi ise Ö.Ö. şöyle anlatmaktadır. ‘Bankadan gidip benim paramı çekerdi. Nereye harcadığını sorunca da hiddetlenirdi. Bir gün bankaya gittim yine bir kuruş kalmamış, hepsini çekmiş. Bankadaki memur kadın acıdı halime de bana yol gosterdi. sana kocandan ayrı hesap açayım da adam gelip çekemesin dedi. Adam gidip yine para çekmek istemiş, demişler ki çekemezsin senin adına değil. Çoluk çocuk hepimiz dayağı yedik o gece…’

Almanya’nın yoğun işçi talebi olan sanayi kent ve kasabalarında 1970’lerin başından itibaren aile birleşimi ile oluşmaya yeni göçmen yerleşmeleri, kadın emek tarihi açısından derinlemesine analiz edilmesi gereken yerleşim biçimleridir. Kadının bedeni ve emeği üzerindeki baskı ve denetimde mekanın oynadığı rol burada açık olarak izlenir. Göçün erken yıllarında misafir işçilerin aileleri olmadan bağımsız ev kiralamaları neredeyse mümkün değildi. İşçilerin hayım dışında bir mahalleye yerleşmelerinin önünde hem yasal ham de toplumsal (ev sahiplerinin tutumu) engeller bulunuyordu. Aile birleşimi ile yasal engeller belli ölçüde kalksa bile yine de göçmenler sadece izin verilen mahallelerde ev kiralayabiliyorlardı. Bu mahalleler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çöküntü haline gelmiş, çoğunlukla yoksul Almanların ve göçmenlerin yaşadığı mahallelerdi. Bu mahallelerde hakim olan içe kapalı düzenin getirdiği bazı muhafazakarlık biçimleri, Türkiye’de kırsal yapıda ya da kentsel gecekondu mahallelerinden daha şiddetliydi. Bunun nedeni bu mahallelerin hemen dışındaki ‘Alman’ biçiminin, kadınları değiştirebilme (modernleşme) kapasitesinin far kında olunmasıydı. Bunun örnekleri de mevcuttu. Birinci dalga içinde işçi olarak gelmiş olan kadınlar, hem sınıfsal olarak özgüven kazanmış hem de modern hayata uygun giyim ve davranışları hızla benimsemişlerdi. Bu nedenle de aile birleşimi ile Almanya’ya gelen kadınlar için özenilen bu durum, zaten muhafazakar değerlerle donanmış erkekleri (ve kayınvalide konumundaki kadınları da) daha da muhafazakar hale getirmekte ve kadınlar bu göçmen mahallelerinin dışına ancak çalışırken çıkabilmektedirler. Çalışırken ortaya çıkabilecek modern temasların en az olduğu ve kadını görünmez kılan temizlik ve bakım işleri de bu nedenle bu kapalı göçmen toplumunda kadınlar için en kabul edilebilir işler oluyordu. Bu içe kapalılığın, kadınlar üzerindeki denetimi ve baskısını, oldukça muhafazakar olarak bilinen Kırşehir’den evlenerek Almanya’ya gelen M.M. şöyle deneyimlemiştir:

‘Benim büyüdüğüm yer de öyle serbest bir yer değildi ama biz komşulara, arkadaşlara giderdik. Okula giderken, gelirken, çarşıya giderken öyle bir baskı yoktu yani. Beni istediklerinde Almanya’ya gideceğim diye itiraz etmedim doğruya doğru. Kasabadan çıkıp Almanya’ya gidiyorsun ya. Almanya bizim kafamızda o kadar değişikti ki, güzel giysiler, evler, dükkanlar ne bileyim işte güzel bir hayat. Ama düğünden sonra 5 gün, yolda banyo bile yapamadığım bir yolculuktan sonra Almanya’ya geldiğimizde ne gördüm biliyor musun? Küçücük karanlık bir ev! Ev kaynanamların yanında ayrı tutulmuş bizim için. Ama eve sadece uyumaya gidiyoruz. Sabah kahvaltıdan akşam yatana kadar kaynanamın iki oda evinde 8-10 kişi yaşıyoruz. Benim dışarı çıkmam, komşuya gitmem, başka gelinlerle yalnız oturmam hepsi yasak. Bizim memleketten beter… Çıkmak istesen de, dil bilmiyorsun nereye gideceksin diyorlar. Bir dil öğrensem diyecek oldum kıyamet koptu. Ne yapacak mışım dil öğrenip de, afedersin O…. mu olacak mışım? Biz Almanlar gibi değilmişiz, sakın ha özeneyim demeyecek mişim. Ama evde herkes çalışıyor ya, ben de onlara hizmet etmek için gelmişim meğer. Gelin değil hizmetçi getirmişler memleketten, Kaynanamın da küçük çocuğu var ama temizlğe gidiyor. O dışarda hizmetçi ben içerde hizmetçi …’ Bu içe kapalı göçmen yerleşmelerindeki muhafazakarlık biçimi kadının emeğinin özgürleşmesi ve dolayısıyla kendi özgürleşmesi önünde aşılmaz bir duvar gibi örülmüştü. Kadının işçileşme deneyiminde işin niteliği ile modernleşme ve özgürleşme arasındaki ilişkisellik burada açıkça görülmektedir. Fabrikada düzenli bir işi olan kadının edindiği vasıf ve öğrendiği dil onun dışarıdaki modern hayatla bağını kuran iki önemli araç olarak işlemektedir. Temizlik işçiliğinde ise kadın, maddi gelir dışında kendini güçlendirecek hiç bir donanım elde edememektedir.

 (Devamı gelecek sayıda…)

Not: Bu yazı ‘Almanya’da Türkiyeli Göçmenler ve Göçün Cinsiyeti’ temalı araştırmama dayanmaktadır. Bu araştırma sırasında Göçmen Kadınlar Birliği ile tanıştım. Onlar deneyimlerini, bilgilerini, sosyal ilişkilerini ve evlerini benimle büyük bir cömertlikle paylaştılar. Onlara, ne yapsam geri ödenemeyecek bir teşekkür borcum var. Onları tanıdıkça göçün sosyal tarihinin ancak kadınların deneyiminin ortaya çıkarılmasıyla mümkün olacağına dair düşüncem daha da derinleşiyor.

Bu yazı Göçmen Kadınlar Birliği tarafından yayınlanan Kadın/Frau dergisinin 24/2014 sayısında yer almıştır.

 

,